Blog
SELANİK

SELANİK
Bu hafta sonu kiliseye götürebileceğimi sanıyorum. Haftalardır bunalımda. “Sorun nedir?” diyorum “bilmiyorum” diyor. Akşamki konuşmamız iyi gelmiş olmalı ki aylar sonra Pazar alışverişine gelmeyi kabul etti. Gerçi bu defa bir etkinlik olsun diye değil akşamki konuşmamızın bir devamı veya pekiştiricisi olsun diye davet ettim.
Ona anlattım: ”Bir ruhani lezzetler var, bir de bedeni lezzetler var. İstersen manevi hazlar ve bedeni hazlar da diyebilirsin. Ruhani lezzetleri: vefa göstermek, şefkat etmek, teşekkür etmek, selam vermek, hediyeleşmek, tebessüm etmek, dua etmek gibi şeyler olarak sayabiliriz. Bedeni lezzetler ise yemek-meyve yemek, bir şeyler içmek, uyumak, nikotin çekmek, spor yapmak, seks yapmak… hmm başka, başka neler sayabiliriz, hımm, bak mesela kaşınmak. Hatta lavabo ihtiyacını gidermek bile bir lezzettir. Şimdi soruyorum Nikos, cevap ver, bu kadar lezzetten hangisini tadamıyorsun? Hangisinden mahrumuz? Söylesene yorgun kocacığım, neyimiz eksik?
Sol kaşını kaldırıp bana baktığında sanki soruyu değil de “ruhani lezzetler” ve “bedeni lezzetler” başlıklarını düşünüyormuş gibiydi. Cevap vermedi. Tekrar sordum:
“Düşünsene, Tanrı hayatımızın ne kadarına lezzet, ne kadarına acı koymuş. 35 yaşındasın ve bu yaşına kadar sen veya ben mesela ne kadar sürede diş ağrısı çektik? Hatırlasana; belki beş belki on gün gibi bir şey. Geri kalan tüm yaşamımızda sağlıklı dişlerimiz oldu. Veya başka acıları ne kadar süre çektik? Teşekkür etmek, vefalı olmak gerekmiyor mu, Tanrı’ya karşı? Belki de bu eksik olduğu için mutsuzsun. İnsan vefasızlık yaptığında, teşekkür etmeyi unuttuğunda ruhu sıkılırmış. Bence bu Pazar benle kiliseye gelmelisin. Nikos, gelmeni istiyorum.”
“Peki” dedi hafif tebessüm ederek ve ekledi. “İki gündür evde günlüğüne yazdığın şeyler yoksa bu ruhani hazlar ile alakalı mıydı?”
“Evet” dedim. Nikos’la ben farklı düşüncelerimizi, fikirlerimizi, yorumlarımızı birbirimizle paylaşarak aşık olmuştuk. Defteri okumak istediğini ve “Ben de biraz düşünüp bir şeyler eklemek istiyorum” dedi. Ah! İşte bana sesleniyor. “Dora! Bakar mısın? Sen etleri şu kasaptan mı alıyorsun?” Nikos espri yapıyor. Kasabı nezih bulmadı. “Hayır, aşkım, Mr. Temiz kasaptan alıyorum. Sen onu bırak da tüm sevdiğin meyvelerden iki tadımlık olacak kadar almanı istiyorum. Ben de sebzelerden alacağım. Biraz balık, biraz da yumurta işte.”Sağ kolumdan tuttu ve “Anlıyorum seni Dora, bizlere Tanrı’nın ne kadar çok sunduğu lezzetler var, onu göstermek istiyorsun” dedi.
O gün Pazar alışverişimiz güzel geçti. Yorulduk ama çoğu zaman yorulmak güzeldir. “Yorulmak” insana çok şey anlatır. “Dinlenirsin geçer” olayı kadar da masumdur. Bir görev bitmiş, “tamam” hissinin mutluluğu ile sakin bir kafayla “ Ücretimi hakkettim” vicdani rahatlığının kollarında “yumuşacık yatağıma gidiyorum”der insan. …
“Dora, sevgilim beni kiliseye gitmeye ikna ettiğin için teşekkür ediyorum. Tanrı’ya hep dilimin ucuyla şükrederdim ama bugün kilisede fark ettim ki kiliseye gitmeyeli bir yıldan fazla olmuş. Ve kalbimin derinliklerinden teşekkür ettim O’na, sana da teşekkürler karıcığım, teşekkürler.”
Eski haline dönmüştü, Nikos’um. “Ben de sana teşekkür ediyorum, alışverişe geldiğin için ve nasıl nereden bulduğunu merak ettiğimDostayevski’nin Beyaz Geceler kitabı için de teşekkür ediyorum.”
“Dora, kitabın ilk sayfasındaki yazı bizim bu güzel gecemizle aynı hisleri paylaşıyor. Bu yıldızlı, heyecan verici gökyüzü altında senle yine Selanik kahvesi içmek, ne güzel.”
Nikos’un bir özelliği de hızlı kitap okuyabilmesiydi.“Nikos, bu da yine güzel bir lezzet değil mi? Bu arada ruhani ve bedeni lezzetler konusu hakkında düşüncelerini ekleyecektin.” İki günde ne kadar düşünmüş olabilir ki? Yine sormak istedim.
“Evet, Dora, günlüğündeki listene eklemeler yapmak istiyorum ama bazı lezzetleri hangi tarafa koyacağımı netleştiremedim. Mesela müzik dinlemek manevi bir haz mıdır? Yoksa bedeni mi? Bir diğeri de şu: Bir manzaraya, mesela bir vadiye bakmak ya da yıldızları, mehtabı izlemek, mesela sana bakmak, Dora, sevgilim! Sana bakmak! Bedeni lezzet midir, ruhani lezzet midir?”
Baya kafa yormuşa benziyor. “Ah! Nikos, ne güzel konuştun. Sen bu akşam aşk dolusun sanki.” sarılasım geldi kocacığıma. Devam etti cümlelerine:
“Karıcığım, pazara alışverişe gittiğimizde o kalabalığın içinde endamın, bakışların bir yıldız gibi gelmişti gözüme. Evet, çok haklısın, Tanrı bizim etrafımızı lezzetlerle donatmış. Nefes alıp vermek bile ayrı bir lezzet. Ve Tanrı’nın bana sunduğu en büyük lezzet belki de sensin aşkım. Sen hem nadir bir dehaya hem Tanrı’nın sanat eseri dediğimiz güzellikteki bir kadının güzelliğine hem de şefkat dolu sadık bir kalbe sahipsin. Tanrı’ya ne kadar teşekkür etsem azdır.”
“Nikos, utandım biraz. Ben bu gece konuşmayayım. Sen konuş sevgilim, ne güzel konuşuyorsun. Ve bana birkaç haftadır üzerinde gördüğüm depresyon halinden de bahset.”
… O gece uzundu, bir gecede nerede ise tüm ruhani ve bedeni lezzetleri tattık. Nikos bana hüznünün beklide Almanya’da başlayan savaştan da kaynaklanmış olabileceğini söyledi. Birinci Dünya Savaşı’nda kaybettiklerimizi tekrar yaşama endişesi. Ağlayan binlerce çocuğun çığlık sesleri… Ona dedim ki “Tanrı, insana insanoğlunun nasıl açgözlü bircanavar olabileceğini ispat ediyor. Paylaşmayı bilmeyen insanların kavgası.“Ve yine ona dedim: ”Eğer savaş Selanik’e yaklaşır ise İzmir’e çiçeği burnunda “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyen Türkiye’ye geçeriz. Orada dostlarımız var. Ha! İzmir ha!Selanik, iki kardeş şehir.” Nikos bu fikrimle daha mutlu oldu. Gece muhabbet masamızdan kalkıp aşk odamıza gitmeden önce birbirimize ödev verdik. İkimizde iki konu araştıracak ve düşünecektik: “Gülmek nedir?”, “Kıskançlık nedir?”
YAZAN: HUDAYFA